16 Eylül 2025 Salı

Bütünün Yanılsaması: Gerçekleşmelerin Ontolojisi

 

Giriş

“Aslında temel hata ‘bütün’ diye bir özün var olduğunu sanmaktır. Bütün denilen şey, sınırları çizilmiş ve kurallara göre işleyen bir sistemdir; yani ilişkilerin belirli çerçevede örgütlenmiş hali olan bir gerçekleşmedir. Sözün özü: ‘Bütün’ yoktur, yalnızca gerçekleşmeler vardır.”

Bu cümle, klasik metafiziğin binlerce yıldır üzerine kurulu olduğu bir aksiyomu tartışmaya açar. “Bütün” kavramı, Antik Yunan’dan modern bilime kadar düşüncenin merkezinde yer almış, parçaları kuşatan bir öz olarak kabul edilmiştir. Ancak bu kabul, özsel ve tamamlanmış bir birlik yanılsamasını da beraberinde taşır. Bu yazıda, “bütün” kavramının neden sorunlu olduğunu, yerine “sistem” ve “gerçekleşme” kavramlarının nasıl daha uygun bir düşünme zemini sunduğunu inceleyeceğiz.

1. Bütün Kavramının Metafizik Kökeni

“Bütün” fikri, Aristoteles’in “holon” kavramına kadar uzanır. Holon, parçaların üstünde duran, onları kuşatan, tamamlanmış bir birliği temsil eder. Bu yaklaşımda bütün, parçaların toplamını aşan ve parçaları anlamlı kılan özsel bir varlık olarak kabul edilir. Böylece, masa bir bütündür, orman bir bütündür, toplum bir bütündür.

Ne var ki bu bakış açısı, “bütün”ü sabit, değişmez ve özsel bir varlık gibi düşünmeye zorlar. Oysa doğada hiçbir şey tamamlanmış ve kapanmış bir bütün değildir. Evrende her şey ilişkiler içinde var olur, değişir ve dönüşür. “Bütün” fikri, işte bu akışkanlığı ve sürekliliği görmezden gelerek yanılsamalı bir özsellik yaratır.

2. Sistem Olarak Bütün: Sınırlandırılmış İlişkiler

Fizikte ve bilimsel düşüncede “sistem” kavramı, “bütün”ün yerini alabilecek daha tutarlı bir çerçeve sunar. Sistem, evrenden seçilmiş, sınırları belirlenmiş ve kurallara göre işleyen bir ilişkiler bütünüdür. Burada “bütün” kelimesi artık bir öz değil, sınırlandırılmış bir ilişkiler ağıdır.

  • İzole sistem: Çevresiyle hiçbir etkileşime girmeyen varsayımsal düzenek.
  • Kapalı sistem: Enerji alışverişine açık, madde alışverişine kapalı.
  • Açık sistem: Hem enerji hem madde alışverişine açık (örneğin canlı organizmalar).

Bu sınıflandırmalar bile bize gösterir ki, “bütün” dediğimiz şey aslında hiçbir zaman özsel bir birlik değildir; yalnızca ilişkilerin belli bir çerçevede sınırlandırılmış halidir.

3. Gerçekleşme: İlişkilerin Dinamiği

Burada asıl kritik nokta şudur: Sistem bile sabit bir varlık değildir. Sistem, ilişkilerin belli bir anda aldığı örgütlenme biçimidir. Yani sistem, bir gerçekleşmedir.

Örneğin, hidrojen ve oksijen atomlarının birleşmesi yalnızca parçaların toplamı değildir; ortaya çıkan su molekülü, yeni bir özellik, yeni bir gerçekleşmedir. Aynı şekilde, protonlar ve nötronlar çekirdekte birleştiğinde kütleleri azalır; çünkü bağlanma enerjisi açığa çıkar. Bu da bütünü parçaların toplamından farklı bir gerçekleşme haline getirir.

Demek ki “bütün” diye düşündüğümüz şey aslında parçaların ilişkilerinden doğan, süreklilik içinde değişen bir gerçekleşmedir.

 

4. İlişkisel Ontolojik Perspektif

İlişkisellik felsefesi açısından, “bütün” diye sabit bir öz yoktur. Varlık = ilişki, gerçekleşme = ilişkilerin ortaya çıkışı demektir. Dolayısıyla “bütün” dediğimiz her şey, aslında sınırlandırılmış ilişkilerin belirli bir anda aldığı biçimdir.

Bu noktada şu sonuca ulaşabiliriz:

  • Bütün = yanılsama (özsel, tamamlanmış birlik varsayımı).
  • Sistem = sınırlandırılmış ilişkiler ağı (bilimsel açıklamanın çerçevesi).
  • Gerçekleşme = ilişkilerin dinamik doğumu (ilişkisel felsefenin hakiki zemini).

5. Sözün Özü

Bütün kavramı, özcülüğün düşünceye sızdırdığı bir yanılsamadır. Gerçekte gördüğümüz şey, ilişkilerin belli çerçevelerde örgütlenerek yeni biçimler almasıdır. Yani “bütün” yoktur; yalnızca gerçekleşmeler vardır.

Bunu kavradığımızda, varlığı durağan bir öz olarak değil, ilişkisel bir akış olarak görürüz. Ve o zaman, her şeyin sabit bir bütün değil, sürekli yeniden gerçekleşen bir ilişkiler ağı olduğunu fark ederiz.

Son Aforizma:
“Aslında temel hata ‘bütün’ diye bir özün var olduğunu sanmaktır. Bütün denilen şey, sınırları çizilmiş ve kurallara göre işleyen bir sistemdir; yani ilişkilerin belirli çerçevede örgütlenmiş hali olan bir gerçekleşmedir. Sözün özü: ‘Bütün’ yoktur, yalnızca gerçekleşmeler vardır.”

8 Eylül 2025 Pazartesi

BİLİNÇ ÜSTÜNE

1. Bilinç (consciousness)

Bilinç davranışın ve deneyimin farkında olmaktır. Yani dış dünyada bir şeyleri algılamak, onlara tepki vermek ve bu süreçlerin farkında bulunmak. 

Örneğin acı duyduğunda “acı çektiğini bilmek” ya da yürürken “yürüdüğünü bilmek” bu düzeyde bilince girer.

Bu tanım, genellikle birinci-derece farkındalık diye anılır: doğrudan yaşantının ve etkinliğin farkında olmak.


2. Öz-bilinç (self-consciousness / self-awareness)

Burada bir üst basamak devreye giriyor: farkında olduğunun farkında olmak. Yani yalnızca acı çektiğini bilmek değil, aynı zamanda “ben acı çektiğimi biliyorum” diyebilmek. Bu, kendini zihinsel olarak modelleyebilme yeteneğidir.

Bu yüzden öz-bilinç, ikinci-derece farkındalık olarak görülür. “Ben” kavramını içeren, kendine göndermeli (refleksif) bir farkındalıktır. Bu, hayvanlarda tartışmalı olan ayna testleriyle de ölçülmeye çalışılmıştır.


3. Hayvanlarda Bilinç

Çoğu bilim insanı ve filozof, hayvanların bilince sahip olduğunu kabul ediyor. Çünkü acı, haz, korku, sevinç gibi deneyimlerinin farkındalar ve buna göre davranışlarını yönlendiriyorlar. 

Örneğin bir kedi acı çektiğinde bunu hisseder ve tepki verir; bu bilinçtir.


4. Hayvanlarda Öz-Bilinç

Öz-bilinç, yani “farkında olduğunun farkında olmak” ve kendini bir model olarak görebilmek, çok daha az sayıda türde gözlemleniyor.

Ayna testi (Gallup, 1970): Şempanzeler, orangutanlar, yunuslar, filler ve bazı kargagiller gibi hayvanlar kendilerini aynada tanıyabiliyor bu öz-bilincin bir işareti sayılıyor.

Ancak pek çok hayvan (örneğin kediler, köpekler) bu testi geçemiyor. Bu yüzden onlarda öz-bilinç olup olmadığı tartışmalı.


5. Sonuç

Şöyle diyebiliriz:

Evet, hayvanlarda bilinç vardır. (Davranışlarının ve deneyimlerinin farkındadırlar.)

Ama öz-bilinç her hayvanda yoktur. Bazı gelişmiş türlerde kısmen vardır, ama çoğunluğunda bulunmaz.

5 Eylül 2025 Cuma

YENİ BİR ÖZGÜR İRADE TANIMI

Özgür İrade Üzerine Yeni Bir Tanım: Bilinç ve Sorumluluk:

Özgür irade tartışmaları yüzyıllardır süregelen en kadim felsefi sorunlardan biridir. Klasik tanıma göre özgür irade, herhangi bir içsel ya da dışsal etkiden bağımsız olarak karar verebilme yetisidir ki bu saçma salak tanım üzerinden üretilen tartışmaları malesef tebessümle (aslında artık alay etmeliyim sanırım) izlemekteyim. Bu tanım ilk bakışta cazip görünse de, insana uygulandığında ciddi sorunlar barındırır. Çünkü insan daima doğanın yasaları, biyolojisi, toplumsal çevresi ve bilinçdışı süreçleriyle ilişki içindedir. Herhangi etkiden bağımsız olmak, aslında insanı insan yapan tüm boyutlardan soyutlamak anlamına gelir.

Dahası, “herhangi etkiden bağımsız” olmak karar verememeyi de beraberinde getirir. Çünkü karar almak, her zaman bir bağlam, bir referans noktası gerektirir. Tamamen etkisiz, ilişkisiz bir durumda verilen bir karar mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında, klasik tanım özgür iradenin varlığını değil, özgür iradenin imkânsızlığını tarif etmektedir.


Yeni Bir Tanım: Bilinçli Sorumluluk:

Bu açmazı aşmak için özgür iradeyi yeniden tanımlamak gerekir. Burada özgür irade, seçimden ziyade bilinç ile ilgilidir.

"Özgür irade, verilen kararın bilincinde olmaktır, yani bilerek karar vermektir"

Bu tanım, seçimi tamamen dışlamaz; ancak özgür iradenin özünü seçmekte değil, verilen kararın bilincinde olmakta bulur. Kararın bilincinde olmak, o kararın sonuçlarının da öngörüyor olmak demektir. Dolayısıyla özgür irade, kişinin kendi kararının bilincinde olmasından dolayı doğan yada doğacak sonuçların sorumluluğunu üstlenebilmesidir.

Bu yaklaşım özgürlüğü daha önce tanımlandığım gibi sorumluluk kavramıyla da çelişmez, aksine onu tamamlar. Özgürlük, sorumluluk olmadan boş bir soyutlama olarak kalırken; özgür irade, sorumluluğun bilinçli bir biçimde üstlenilmesiyle gerçeklik kazanır.


Nörobilimsel Destek:

Bu tanım yalnızca felsefi bir öneri değildir. Çağdaş nörobilim araştırmaları da bu yaklaşımı destekler niteliktedir.

Haynes (2015): Klasik Libet deneylerinin iddia ettiği gibi tüm kararların bilinçten önce verildiği fikrine temkinli yaklaşır. Özellikle veto sürecine dikkat çekmiştir. İnsanlar, başlamış bir kararı bilinçli olarak engelleyebilir. Bu durum, bilincin sadece pasif bir gözlemci değil, aktif bir müdahil olduğunu ortaya koyar. Karar sürecindeki bu bilinçli frenleme mekanizması, özgür iradenin sorumlulukla bağını güçlendirir.

Schurger et al. (2012): Hazırlık potansiyeli uzun süre “bilinçten önce verilen kararın işareti” olarak yorumlanmıştı. Schurger ve ekibi ise farklı bir açıklama getirdi: hazırlık potansiyeli aslında özel bir karar sinyali değil, beyindeki rastgele nöral dalgalanmaların bir eşiği aşması sonucu ortaya çıkan birikimdir. Bu nedenle hazırlık potansiyeli, özgür iradenin yokluğunu kanıtlamak zorunda değildir; daha çok beynin eyleme hazır olma durumunu ifade eder.

Shum (2024): Daha yakın tarihli bu araştırma, kararın başlangıç potansiyelinin (readiness potential) bilinçle ilişkilendirilebileceğini göstermiştir. Bu, kararların yalnızca bilinçdışı nöral hazırlıklardan doğmadığını, bilinçli süreçlerin en başından itibaren etkili olabileceğini gösterir. Böylece karar verme süreci baştan sona bilinçle iç içe düşünülebilir.

Ancak burada önemli bir uyarı yapmak gerekir: Nörobilimsel veriler hâlâ kesinlik değil, eğilim ve yorum sunmaktadır. Hem Schurger’in (2012) biriktirici modeli hem de Shum’un (2024) çalışması, özgür iradenin bilinçli süreçlerle ilişkili olabileceğini düşündürür; fakat bu bulguların yoruma açık olduğunu ve tek başına nihai sonuç sağlamadığını unutmamak gerekir.

Bu bulgular birlikte değerlendirildiğinde, bilinç hem kararın başlangıcında hem de sürecin gidişatında rol oynamaktadır.

Özgür İrade Bir Süreçtir:

Bütün bunlardan hareketle özgür irade, tek bir anlık seçim değil, bilinçli sorumlulukla işleyen bir süreçtir:

Başlangıç (Niyet): Kararın ortaya çıkışı bilinçle yönlendirilebilir.

Sürdürme (Karar): Karar alınırken kişi sürecin farkındadır.

Veto (Durdurma): Karar devam ederken bilinç gerektiğinde süreci engelleyebilir.

Bu üçlü yapı, özgür iradeyi soyut bir mutlaklık olmaktan çıkarır, somut bir bilinçli farkındalık sürecine dönüştürür.


Sonuç:

Özgür irade, herhangi etki olmadan seçme gücü değildir. İnsan zaten etkiler ve ilişkiler ağı içinde var olur. Özgür irade, bu ağ içinde kararlarının bilincinde olmak ve bu bilinçlilikten dolayı olası spnuçları öngörmek ve sorumluluğunu üstlenmektir.

Kısacası:

Özgür irade = verilen kararın bilincinde olmak, bilerek karar vermektir.

Bu tanım, hem klasik metafiziğin çıkmazlarını aşar hem de çağdaş nörobilim bulgularıyla uyumlu, sorumluluk merkezli bir perspektif sunar.

Saygılarımla

2 Eylül 2025 Salı

Özgür İrade Yoktur Savunusu Üzerine Bir Tartışma

Giriş

Özgür irade meselesi felsefenin en kadim sorularından biridir. Kimi düşünürler insanın kendi seçimlerini özgürce yapabileceğini savunurken, kimi düşünürler de özgür iradenin bir yanılsama olduğunu, aslında tüm kararların içsel ve dışsal faktörler tarafından belirlendiğini ileri sürer. Bu ikinci yaklaşımı, yani “özgür irade yoktur” savunusunu ele aldığımızda, ortaya çıkan sonuçlar oldukça çarpıcıdır.

İnsan Bir Uygulayıcı mı?

Özgür irade yoktur diyen biri, kararlarımızın tamamen çevresel ve biyolojik etkenlerle belirlendiğini, bilinçli birbşekilde müdahil olmadığımızı kabul etmek zorundadır. Bu durumda insan, kendi kararlarının faili değil, doğa yasalarının uygulayıcısı olur.

Çevresel faktörler: Kültür, aile, toplum, eğitim, ideoloji gibi dış etkenler.

İçsel faktörler: Genetik yapı, hormonlar, nöral ağlar, bilinçdışı dürtüler gibi biyolojik süreçler.

İnsan, bu içsel ve dışsal faktörlerin etkileşimiyle belirlenen sonuçları sadece “uygulayan” bir varlık haline gelir. Böylece özne olma özelliği geri plana düşer ve insan, doğanın kendini icra eden bir aracı konumuna indirgenmiş olur.

Bilincin Reddi

Bu yaklaşım, kaçınılmaz olarak bilincin rolünü de reddeder. Çünkü eğer kararlarımızı biz vermiyorsak, bilincimiz bu sürecin belirleyicisi değildir. “Ben karar verdim” deneyimi, sadece beynin zaten vermiş olduğu kararların ardından oluşan bir yanılsama olarak görülür. Bu durumda öz farkındalık işlevsizleşir.

Fakat burada bir çelişki vardır: Bilinci tamamen reddetmek, aslında “bilinç yoktur” diyen kişinin de bilinçli olmadığını söylemek anlamına gelir. Oysa bu cümleyi kurmak için bile bilinç gerekir. Dolayısıyla bu bakış açısı, kendi varlık koşulunu ortadan kaldıran bir paradoksa düşer.

Doğa Tanrı mı Olur?

Özgür iradeyi reddeden bakış açısında insan uygulayıcı, doğa ise gerçek faildir. Bu durumda bütün kararların ve oluşların arkasında doğa bulunur. Bu mantık bizi, doğayı fiillerin nihai kaynağı olarak görmeye götürür.

Burada ortaya şu soru çıkar: Eğer doğa bütün fiillerin kaynağı ise, doğa Tanrı yerine mi geçmiş olur?

Klasik teolojide Tanrı, her şeyin faili ve belirleyicisi olarak görülür.

Özgür iradeyi reddeden determinist bakışta ise aynı rolü doğa üstlenmiş olur.

Böylece doğa, insan üzerinden kendi zorunluluklarını icra eden bir “tanrı” gibi konumlanır.

Bu düşünce, Spinoza’nın ünlü “Deus sive Natura” (Tanrı ya da Doğa) fikrine çok benzer. Spinoza’ya göre Tanrı doğadan ayrı bir varlık değildir; doğanın zorunlu bütünlüğünün ta kendisidir. Dolayısıyla “özgür irade yoktur” savunusu, farkında olsunlar ya da olmasınlar, savunucularını Spinozacı bir çizgiye yaklaştırır.

Çıkmaz Nokta

Ancak özgür iradeyi reddedenlerin çoğu bu sonuca varmaz. Onlar genellikle “doğa tanrıdır” demek yerine, sadece “tanrı yoktur, doğa vardır” demekle yetinirler. Böylece kendi mantıklarının onları götürdüğü noktayı görmezden gelirler.

Oysa mantıksal zincir açıktır:

  1. Özgür irade yoktur.

  2. Kararlar tamamen içsel/dışsal faktörlerin ürünüdür. Bu durum bilincin reddini gerektirir.

  3. İnsan bu kararların faili değil, sadece uygulayıcısıdır.

  4. Fiillerin gerçek faili doğadır.

  5. Doğa, fiillerin nihai kaynağı olarak Tanrı’nın yerini alır.

Bu zincir, özgür iradeyi reddeden pozisyonun kendi içinden doğan en radikal sonucudur.

Sonuç

“Özgür irade yoktur” savunusu, ilk bakışta insanı daha bilimsel bir açıklamayla konumlandırıyor gibi görünse de, derinlemesine düşünüldüğünde insanı sadece edilgen bir uygulayıcıya indirger, bilinci işlevsiz hale getirir ve doğayı Tanrılaştıran bir noktaya varır. Bu nedenle bu yaklaşım, kendi içinde tutarlı görünse bile, insan deneyimini ve bilincin anlamını açıklamada ciddi açmazlar barındırır.

27 Ağustos 2025 Çarşamba

GERÇEK VE GERÇEKLEŞME AYRIMI

 


İnsanlık tarihi boyunca en temel arayışlardan biri, var olanı anlamlandırmak olmuştur. Ancak bu arayışta sıkça gözden kaçırılan bir ayrım vardır: gerçek ile gerçekleşme arasındaki fark. İnsan çoğu kez bu iki kavramı birbirine karıştırmış; ilişkilerin ve süreçlerin ürünlerini değişmez ve mutlak gerçekler gibi yorumlamıştır. Oysa yakından bakıldığında, elimizdeki tek deneyim alanı, yalnızca gerçekleşmelerden ibarettir.

Gerçek Nedir?

Geleneksel anlayışta “gerçek”, ölçüm ve etkileşimden bağımsız olarak var olan, değişmeyen, ezelî ve ebedî bir şeydir. Yani ne zaman ve hangi koşulda olursa olsun varlığını koruyan, mutlak bir öz akla gelir. Böyle bir gerçek, her koşulda sabit kalır; zamanla değişmez, dönüşmez. Bu anlayışta gerçek, bir tür mutlak öz gibi kavranır.

Ne var ki tarihte böylesi bir mutlak özle karşılaşılmış mıdır? Hayır. Deneyimlediğimiz her şey, bir başlangıca ve sona sahiptir.

Kant’ın a priori anlayışı bu yanılgının tipik örneklerinden biridir. Kant, uzay ve zamanı insan zihninden bağımsız zorunlu formlar olarak düşünüyordu. Ona göre bunlar, deneyim öncesi bilginin değişmez çerçevesiydi. Fakat modern bilim bize şunu gösterdi: Uzay ve zaman, mutlak bir gerçek değil; Big Bang ile ortaya çıkmış bir gerçekleşmedir.

Gerçekleşme Nedir?

Gerçekleşme, bir ilişkinin, bir sürecin ürünü olan olaydır. Başlangıcı vardır, bir süre devam eder ve bir noktada son bulur. Yani gerçekleşme, sabit bir öz değil, ilişkisel bir oluştur.

-Evren: Big Bang bir olaydır; uzay ve zaman bu olayla birlikte ortaya çıkmıştır. Öncesinde ne boşluk ne de zaman vardı. Uzay-zamanın kendisi bile bir gerçekleşmedir ve gelecekte farklı bir sonlanma biçimine doğru gidecektir.

-İnsan: Evrimsel süreçlerle ortaya çıkmış bir gerçekleşmedir. Doğadaki ilişki ağlarının bir ürünü olarak belirli bir tarihte sahneye çıktı, bir süre var olacak ve sonunda yok olacaktır.

-Toplum ve kültürler: Roma İmparatorluğu, Osmanlı, günümüz ulus devletleri… Hepsi belirli koşullar altında ortaya çıkmış, bir süre devam etmiş ve bir noktada yok olmuş ya da dönüşmüştür. Onları mutlak gerçekler gibi görmek, tarihselliği göz ardı etmektir.

-Doğa olayları: Bir ağacın büyümesi, bir yıldızın doğuşu ve ölümü, bir insanın yaşam döngüsü… Bunların hepsi gerçekleşmedir. Hiçbiri ezelî ve ebedî değildir.

Neden Karıştırıyoruz?

İnsan zihni, süreklilik arar. Geçici olanın ardında kalıcı bir öz bulunduğunu düşünmek, güven verir. Bu nedenle değişen ve dönüşen şeylerin ötesinde “gerçek” arayışı doğar.

Platon’un idealar kuramı, bu eğilimin en güçlü örneğidir. Ona göre duyusal dünya gelip geçicidir; asıl gerçek, değişmez idealar dünyasında bulunur. Aristoteles’in töz anlayışı da varlığın arkasında sabit bir öz bulunduğunu ileri sürmüştür.

Oysa modern bilim ve ilişkisel felsefe bize şunu söylüyor: Kalıcı özler yoktur. Gözlemlediğimiz her şey ilişkilerden ve süreçlerden doğar. Evrenin en küçük parçacığından en büyük galaksisine kadar her şey bir gerçekleşmedir.

Gerçek Yerine Gerçekleşme

Bu ayrım bizi şu sonuca götürür:

-Gerçek; çoğu zaman felsefede bir hayal ya da bir ufuk olarak kalmıştır. Onu deneyimleyemeyiz, ölçemeyiz, ilişki kuramayız. Dolayısıyla “gerçek” kavramı, varlıktan çok bir varsayım olarak kalır.

-Gerçekleşme; ise evrenin doğrudan deneyimlediğimiz yüzüdür. Ölçümlerimiz, bilgimiz, yaşamımız, ilişkilerimiz hep gerçekleşmelerden ibarettir.

Evren, mutlak gerçeklerin değil, sonsuz gerçekleşmelerin sahnesidir.

Sonuç

İnsan, doğa, toplum, hatta uzay-zaman bile birer gerçekleşmedir. Bir noktada ortaya çıkar, bir süre var olur ve sonra kaybolur.

Gerçek yoktur, gerçekleşme vardır.

Ve belki de felsefenin en büyük yanılgılarından biri, gerçekleşmeleri “gerçek” sanmaktır. Bu yanılgıyı fark ettiğimizde, evreni ve kendimizi daha doğru bir ilişkisel çerçevede anlayabiliriz: Her şey bir süreçtir, bir ilişki ağıdır, bir gerçekleşmedir.

 

VARLIKTA BİRLİK YOKTUR!!!! TAM TERSİ BİRLİKTE VARLIK VARDIR!!!!

Gelelim Hegel’in tez, antitez, sentez modeline. Maalesef  doğada yok. Çünkü sentez olduğunda tez ve antitez yok olur, ama atomda elektron, proton, nötron sentezle yok olmaz, varlığını sürdürür. Hegelci modelin sorunlarından biri budur. Doğa örneklerinde, birleşen unsurlar yok olmaz, aksine ilişkisel birlik içinde varlıklarını sürdürürler. 

Atom buna çok net bir örnektir; proton + nötron + elektron birleşir ama atomda ayrı ayrı hâlâ vardırlar. İnsan bedeni de öyle; hücreler "sentez" olup kaybolmaz, bir arada işlev görür.

Hegel aslında "tez–antitez–sentez" üçlüsünüm (ki tamamıyla dinsel bir esntidir) birebir kullanmaz, ama "Aufhebung" (ortadan kaldırma-yükseltme) mantığında tez ve antitez "daha yüksek bir birliğe" dönüşür. Doğada "yükseltme" değil, VARLIKTA BİRLİK DEĞİL!!!! "birlikte varlık” var.

Ayrıca bir şey sentez olduktan sonra artık ayrışmaz. Ama doğada ayrışma mümkündür. Atom parçalanabilir, beden çözülür.

Eğer Hegelci anlamda sentez olsaydı, o bütün artık geri dönülmez bir birlik olurdu. Ama doğada her şey geçici birliklerdir: atom parçalanabilir, beden çözülür. Bu da  "sentez değil, ilişkisel birliktelik" iddiasını güçlendirir.

Camaron

DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY DEĞİŞİMDİR

1.İlk Bakışta Evren Simetrik Gibi Görünür

Fizik yasaları çoğu durumda simetriktir: Bir parçacığın sağa gitmesi ile sola gitmesi aynı yasaya uyar. Zamanı ileri ya da geri çevirmek çoğu denklemde matematiksel olarak mümkündür. Uzayın herhangi bir yönü seçkin değildir (dönme simetrisi). Bu yüzden bilim insanları uzun süre evrenin temelde tamamen simetrik olduğunu düşündüler.

2. Ama Gerçekte Simetri Kırılır

Evrenin içinde gözlemlediğimiz şeyler tam simetrik değildir.

Örneğin: Madde – Antimadde Asimetrisi; Büyük Patlama’da eşit miktarda madde ve antimadde oluşmalıydı, ama evrende madde baskın çıktı. Bu simetri kırılması olmasaydı sen, ben, yıldızlar var olmazdık. (Bknz. Leptogenez, Baryogenez) 

Kozmik Yapılar: Galaksiler, yıldızlar, gezegenler belli bölgelerde yoğunlaşmıştır. Uzay homojen gibi görünür ama yerel düzeyde simetri bozulmuştur.

Fizikte Simetri Kırılması: Higgs alanı, parçacıklara kütle verirken evrenin “mükemmel simetrisini” bozmuştur.

3. Ontolojik Yorum

“Evren simetrik midir?” sorusunun cevabı şu olabilir:

Yasalar simetriktir, Ama gerçekleşme simetrik değildir. Yani potansiyel düzeyde simetri vardır, ama fark gerçekleştiğinde simetri kırılır. Yani bir ilişki kurulduğunda, fark belirdiğinde simetri bozulur. Dolayısıyla evrenin doğası “mutlak simetri” değil, sürekli simetri kırılmasıyla doğan farklardır. Başka deyişle; Evren simetriden oluşmaz, ilişki ve farktan doğar.

4-Tekrar Yoksa Simetri de Yok

Simetri dediğimiz şey, bir şeyin aynı şekilde tekrarlanabilmesidir, yani değişmezliktir. Bir sistem belli bir dönüşüm geçiriyor ama özelliğini koruyorsa o sistem “simetrik”tir

Örneğin bir kareyi 90° döndürdüğünde yine aynı görünür → bu tekrar, simetriyi gösterir.

Ama evrende bir şey tam olarak aynı şekilde tekrar etmiyorsa, o zaman evrenin yapısı mutlak simetrik olamaz. Buda bize aynı olayın ayni şekilde olmasinin, yani degişmezligim imkansızlığını dikte eder. 

6. İlişkisel Yoruma Göre

 Benim bakış açımla :

Simetri, aslında fark doğmadan önceki potansiyel eşitliktir. Fark doğduğu anda simetri kırılır. Dolayısıyla evrenin var olması, simetrinin sürekli bozulmasıyla mümkündür. Eğer evren tam simetrik olsaydı hiçbir fark doğmaz, hiçbir ilişki gerçekleşmezdi yani hiçlik olurdu.

Sonuç:

Evrende bir şeyin tam tekrar etmemesi, evrenin mutlak simetrik olmadığının en açık kanıtıdır ve Evrenin işleyişi, simetri değil, ilişkiler ile simetri kırılmasıyla doğan farktır.

Yazımızı Efesli Heraklitosun meşhur ve hakikate temas eden sözüyle sonlandıralım; 

"Değişmeyen tek şey, değişimdir."


22 Ağustos 2025 Cuma

ÇAĞIMIZIN İNANCI SİCİM KURAMININ PROBLEMLERİ

 1.Deneysel Doğrulama Eksikliği;

Sicim kuramı doğrudan test edilememektedir. Tahmin ettiği etkiler (ekstra boyutlar, Planck ölçeği fenomenleri) ancak 10^-35 m gibi inanılmaz küçük ölçeklerde ortaya çıkıyor. Şu anki hızlandırıcılar (ör. LHC) bu ölçekte test yapamıyor. Yani teori matematiksel olarak şık olsa da fiziksel olarak henüz hiçbir gözlemsel kanıtı yoktur.

2. Ekstra Boyutlar Sorunu:

Kuram 10 veya 11 boyut gerektiriyor. Bizim gördüğümüz 4 boyut (3 uzay + 1 zaman) ise bu fazladan boyutların "bükülerek" (compactification) çok küçük ölçekte gizlendiği varsayılıyor. Ancak hangi boyutların nasıl büküldüğü konusunda milyarlarca olasılık var ve bu durum “peyzaj problemi”ne yol açıyor.

3. Peyzaj (Landscape) ve Çoklu Evren Çelişkisi:

Sicim kuramı, 10^500’den fazla olası evren çözümü üretiyor. Bu, kuramın özgül bir tahmin yapmasını imkânsız hale getiriyor. Her şey “bizim evrenimiz bunlardan sadece biri” denilerek açıklanıyor, ki bu bilimsel anlamda test edilemez çoklu evren hipotezine kayıyor. Bu yüzden birçok fizikçi teorinin “yanlışlanamaz” hale geldiğini söylüyor.

4. Matematiksel Aşırılık ve Fizikten Kopma :

Sicim kuramı çok gelişmiş matematiğe dayanıyor (ör. Calabi Yau manifoldları). Ancak bu kadar geniş matematiksel serbestlik, kuramı neredeyse her şeyi kapsayacak kadar esnek hale getiriyor. Bu da onu “fizik”ten çok "matematiksel spekülasyon" gibi gösteriyor.

5. Graviton ve Kütleçekim Sorunu:

Kuram teorik olarak gravitonun (kütleçekim kuvvetini taşıyan parçacık) ortaya çıkmasını sağlıyor. Fakat graviton hâlâ deneysel olarak bulunamadı. Ayrıca sicim kuramı kütleçekimin kuantum tanımını yaparken net, ölçülebilir bir öngörü sunamıyor.

6. Süpersimetri Problemi:

Sicim kuramının işlemesi için süpersimetri (her parçacığın bir süper ortağı olması) gerekir. Ama LHC dahil hiçbir deneyde süpersimetrik parçacıklara rastlanmadı. Bu, kuramın dayandığı en temel varsayımlardan birini boşa düşürüyor.

7. “Her Şeyi Açıklama” İddiasının Zayıflığı;

Sicim kuramı başlangıçta “her şeyin teorisi” olarak ortaya atıldı. Fakat şu ana kadar standart modelin kütleleri, sabitleri ya da kozmolojideki gözlemleri (ör. karanlık enerji, karanlık madde) net biçimde açıklayamadı. Yani pratikte “öngörü gücü” çok zayıf kaldı.

8. Fiziksel Anlam Sorunu:

Kuramın matematiği çok güçlü, ama fiziksel yorumu çok zayıf. “Titreşen sicim” metaforu güzel görünse de bu aslında görselleştirme için kullanılan bir anlatımdır. Gerçekte sicimlerin fiziksel bir karşılığı olup olmadığı hâlâ tartışmalıdır.

9. Alternatif Kuramlarla Çelişki

Kuantum kütleçekimi için başka aday teoriler var (ör. Döngü Kuantum Kütleçekimi, Causal Set Theory). Sicim kuramı ile bu teoriler arasında ciddi metodolojik ve ontolojik farklar var. Bazı fizikçiler sicim kuramının “yanlış” değil, “yetersiz” bir yol olduğunu söylüyor.

Sonuç olarak; Sicim kuramı, matematiksel açıdan çok zarig ama, deneysel desteği yok, sonsuz olasılık üretmesi nedeniyle yanlışlanabilirliği düşük, fizikten ziyade matematiksel bir çerçeveye kaymış durumda. Bu yüzden birçok fizikçi bugün onu bir “aday” kuram olarak görüyor, ama nihai teori olarak değil.


DEĞİŞMEYEN BİR ÖZ NEDEN YOKTUR

 Öz'ün ve Aynı Farkın Tekrarı Neden İmkânsız? 


No-Cloning Teoremi:  Aynı kuantum durumu iki kez gerçekleşemez.

Belirsizlik İlkesi: Konum ve momentum aynı anda tam bilinemiyor, çünkü aynı fark aynı anda iki ilişkide doğamaz.

Yani doğa tekrarı yasaklıyor, sadece farkın tekilliğine izin veriyor.


Değişmeyen Öz’ün Olmaması:

Klasik metafizikte (Platon, Aristoteles geleneği) "öz" (substantia, idea, töz) değişmez, sabit, tekrar eden bir yapıdır. Ama kuantum fiziği bize diyor ki; Hiçbir kuantum durumu birebir kopyalanamaz. Hiçbir fark mutlak tekrarlanamaz. Bu durumda değişmez öz yok  sadece sürekli doğan ve biricik olan ilişkiler var.


İlişkisel Ontoloji Açısından:

Varlık = öz değil, farkların ilişkisel akışıdır. Farklar bir kez doğar, kopyalanamaz, geri dönemez. Evren = özün değil, ilişkinin sürekliliği. Eğer öz olsaydı, aynı fark tekrar tekrar var olurdu. Ama olmuyor demek ki öz diye bir şey yok, sadece gerçekleşen ilişki ağları var.


Bilimsel Bağlantı

No-Cloning:Özün çoğaltılamaması.

Belirsizlik: Özün aynı anda kendini iki yerde göstermemesi.

Decoherence: Farkın ilişkilerle gerçekleşmesi, ama bir daha geri dönmemesi.

Hepsi aslında "değişmez öz yoktur" ilkesinin fiziksel düzeydeki izdüşümleri.


 Sonuç:

"Aynı fark iki kez gerçekleşemez"  gerçeği, evrende değişmeyen özün imkânsızlığının en büyük kanıtıdır. Evren özlerden değil, sürekli ilişki ve  farkların doğuşundan meydana gelir. 

Saygılarımla

EVRENDE AYNI TEKRAR İMKANSIZDIR

 Evrende aynı kısır döngü imkânsızdır. Her şey ilişkisel olarak tekil ve biricik farkların akışıdır.

Bunun en güzel örnegi;

Kuantumda  No-Cloning Teoremi; doğada aynı kuantum durumunun kusursuz şekilde çoğaltılamaz. 

Termodinamikte  Entropinin artışı; Aynı başlangıç koşullarına geri dönemeyiz.

İlişkisel Ontolojide; Aynı farkın kopyalanamaması, farkin tekrarinin olmasidir. 

Bu durumda Nietzsche’nin Ebedi Dönüşü cöker cünkü Nietzsche ebedi dönüşü şöyle tasarlar. Evren sonsuz zaman boyunca var olduysa, her şey eninde sonunda aynı biçimde tekrar edecektir. Buradaki dönüş aslında farklı değil, aynı olanın mutlak tekrarıdır. Yani bir gün sen, ben, bu konuşma hepsi aynı biçimde tekrar yaşanacaktır.

Ama yukarida belirttigim hem fizikalist hemde ilişkisel ontolojik etkiler buna müsade etmez, her fark biriciktir. 

Saygilarim.

Bütünün Yanılsaması: Gerçekleşmelerin Ontolojisi

  Giriş “Aslında temel hata ‘bütün’ diye bir özün var olduğunu sanmaktır. Bütün denilen şey, sınırları çizilmiş ve kurallara göre işleyen ...