Sesli Dinlemek İçin Tıklayınız.
BÖLÜM 1: ZAMANIN KLASİK METAFİZİĞİ
1.1 Aristoteles’te Zaman: Hareketin Sayısı
Aristoteles’in Fizik adlı eserinde zaman, “hareketin sayı bakımından ölçülmesi” olarak tanımlanır. Bu tanım, zamanın bir öz değil, hareketin belirli ölçüler aracılığıyla kavranabilir hâle gelmesi olduğunu ima eder. Aristoteles için zaman, kendinde var olan bir töz ya da cevher değildir; daha çok hareketle birlikte düşünülen, onunla bağlantılı bir ölçümdür. Ancak bu ölçüm, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda zihinseldir. Çünkü sayma edimi, öznel bir faaliyet gerektirir. Bu anlamda zaman, hem dış dünyadaki hareketin varlığına hem de zihinsel fark edişin etkinliğine bağlı olarak ortaya çıkar.
Aristoteles’e göre zamanın temel şartı "önce" ve "sonra" ayrımının yapılabilir olmasıdır. Bu ayrım, olayların ardışıklığı içinde bir düzen kurma yetimizi varsayar. Ancak bu düzende zaman, ne yalnızca zihinsel bir temsil ne de yalnızca fiziksel bir gerçekliktir; o, her ikisi arasındaki ilişkisellikten doğan bir ara varlıktır (metaxy).
Bu görüş, modern ilişkisel zaman kavramına yaklaşan izler taşısa da Aristoteles zamanın oluşsal değil, düzenleyici ve ölçümsel bir yönünü vurgular. Zamanın varlığı, hareketin varlığına bağlıdır; fakat zamanın kendisi, hareketten bağımsız bir öz değildir. Bu nedenle Aristoteles'in zaman anlayışı, ilişkisel felsefenin öncülü olmaktan çok, onun düşünsel zeminine katkıda bulunan bir basamak olarak değerlendirilebilir.
1.2 Augustinus’ta Zaman: Aşkın Yaratım
Augustinus’un Confessiones (İtiraflar) adlı eserinde zaman üzerine yaptığı çözümleme, Batı metafiziğinde derin etkiler yaratmıştır. Augustinus'a göre zaman, Tanrı tarafından yaratılmıştır ve dolayısıyla Tanrı’nın kendisi zamanın ötesindedir. Bu görüş, zamanın varlık içi bir nitelik değil, yaratılmış bir düzenleme olduğunu ileri sürer. Zaman burada aşkın (transcendent) bir iradenin ürünü olarak anlaşılır ve bu nedenle içkin değil, aşkın bir düzenin parçasıdır.
Augustinus, zamanı üç boyutta değerlendirir: geçmiş, şimdi ve gelecek. Ancak bu üçlü ayrım, onun için dışsal bir gerçeklik değil, insan zihninin içsel deneyimidir. Ona göre, geçmiş artık yoktur, gelecek henüz yoktur; mevcut olan yalnızca “şimdi”dir. Geçmiş, bellekte (memoria); gelecek, beklentide (expectatio); şimdi ise algıda (contuitus) bulunur. Bu yaklaşım, zamanın nesnel bir akıştan çok, öznel bilinçle ilişkili olduğunu ileri sürer.
Bununla birlikte Augustinus’un zaman anlayışı, fenomenolojik bir yön taşımakla beraber, zamanın Tanrı tarafından yaratılmış bir ontolojik dizge olduğuna dair teolojik varsayımı terk etmez. Zaman, Tanrı'nın yaratıcı eylemiyle başlar ve bu nedenle varlığın başlangıcıyla özdeşleştirilir. Bu anlayışta zaman, ilişkisel bir fark üretimi değil; aşkın bir iradenin mutlak düzenlemesidir.
Bu bağlamda Augustinus, zamanın fark, etkileşim ve oluş temelinde değil; mutlak ve aşkın bir kaynak tarafından yaratıldığına inandığı için, ilişkisellik felsefesiyle doğrudan uyumlu değildir. Ancak onun zamanın içkin özne tarafından nasıl deneyimlendiğine dair çözümlemesi, ileride Husserl ve Heidegger gibi fenomenologların kuracağı zaman anlayışına zemin hazırlamıştır.
1.3 Newton’da Zaman: Mutlak Akan Öz
Isaac Newton’un zaman anlayışı, klasik mekaniğin temel dayanaklarından birini oluşturur. Newton’a göre zaman, evrensel, sabit ve mutlak bir akıştır. Onun ünlü eseri Philosophia Naturalis Principia Mathematica’da zaman “kendi başına, kendi doğasıyla ve başka hiçbir şeye bağlı olmaksızın eşit bir şekilde akar” şeklinde tanımlanır. Bu tanım, zamanı tüm olaylardan ve varlıklardan bağımsız, kendi içinde var olan bir gerçeklik olarak konumlandırır.
Newton’un bu yaklaşımı, zamanın tüm evrende her yerde aynı hızda ve değişmeyen bir şekilde aktığını varsayar. Bu, evrenin bir tür "sahne" olarak tasarlandığı bir ontolojik çerçevedir: sahnede olup biten her şey değişebilir ama sahnenin kendisi –yani zaman ve uzay– değişmeden kalır. Zaman, burada olayların taşıyıcısı değil; onların altında yatan değişmez bir yapı olarak düşünülür.
Bu anlayışın işlevsel faydaları büyüktür. Özellikle Newton fiziği bağlamında, tüm nesnelerin hareketlerinin tek bir zaman çizgisine göre hesaplanabilmesi, mekanik sistemlerin öngörülebilirliğini ve çözülebilirliğini sağlamıştır, ama bu hesaplamalar yalnızca kütle çekimin görece zayıf olduğu ve uzay zaman yollarını çok fazla bükmediği yerlerde işer yarar. Gezegenimizde ve güneş sistemimizde işe yaramasının nedeni de budur. Ancak bu fayda, zamanın ilişkisel doğasını dışarda bırakma pahasına elde edilmiştir.
Newtoncu zaman anlayışı, Leibniz gibi çağdaş filozoflar tarafından eleştirilmiştir. Leibniz, zamanın bağımsız bir varlık değil, olaylar arasındaki düzenin ve ilişkinin bir sonucu olduğunu ileri sürmüştür. Bu eleştiri, ileride Einstein’ın görelilik kuramlarıyla birlikte daha da güç kazanacaktır.
Sonuç olarak Newton’un zaman anlayışı, ilişkisellik felsefesiyle taban tabana zıttır. Çünkü burada zaman, etkileşimlerden değil, onlardan bağımsız bir zeminden türetilir. Oysa ilişkisel felsefe için zaman, ancak etkileşim, fark ve oluş yoluyla ortaya çıkan bir gerçekliktir. Newton’un modeli, zamanın özsel bir şey olduğunu savunurken; ilişkisel model, zamanın ancak ilişkiler içinde varlık bulduğunu ileri sürer.
BÖLÜM 2: EINSTEIN DEVRİMİ VE ZAMANIN İLİŞKİSELLEŞMESİ
2.1 Özel Görelilik: Gözlemciye Bağlı Zaman
Albert Einstein’ın 1905 yılında geliştirdiği özel görelilik kuramı, zaman kavrayışında devrimsel bir kırılma yaratmıştır. Newtoncu mekaniğin mutlak zaman anlayışına karşıt olarak, Einstein zamanın mutlak değil; gözlemcinin hareket durumuna ve referans çerçevesine bağlı olarak değişen bir büyüklük olduğunu ileri sürmüştür. Bu yaklaşım, zamanın yalnızca ölçüm değerleriyle değil, gözlemciyle kurulan ilişki yoluyla belirlendiği bir ontolojik dönüşümü de beraberinde getirir.
Özel görelilik kuramının temel varsayımlarından biri, ışık hızının tüm gözlemciler için sabit olduğudur. Bu varsayım, zamanın mutlaklığı fikriyle çelişir çünkü hareketli gözlemciler farklı zaman ölçümleri yapar. Bu durum, "zaman genişlemesi" (time dilation) ve "eşzamanlılığın göreliliği" (relativity of simultaneity) gibi kavramlarla ifade edilir. Örneğin, çok hızlı hareket eden bir uzay aracındaki saat, durağan bir gözlemciye göre daha yavaş işler. Bu olgu, yalnızca bir gözlem farkı değil; fiziksel bir gerçekliktir ve deneysel olarak doğrulanmıştır.
Eşzamanlılık ise; bir olayın iki farklı yerde aynı anda gerçekleşip gerçekleşmediği sorusunun bile gözlemciye göre değişebileceğini gösterir. Bu, zamanın evrensel bir "şimdi" noktasına sahip olmadığı, her gözlemcinin kendi şimdisi olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla zaman, her gözlemci için farklı akan, bağlamsal bir gerçeklik hâline gelir.
Bu sonuçların felsefi anlamı derindir: zaman, olaylardan bağımsız ve mutlak bir akış değildir. Tersine, zaman; hareket, konum ve gözlemciyle kurulan ilişki üzerinden oluşan bir yapıdır. Özel görelilik, zamanın yalnızca bir ölçüm problemi olmadığını, aynı zamanda ontolojik bir ilişkisellik sorunu olduğunu açığa çıkarır. Bu bağlamda Einstein, her ne kadar açıkça zamanın "ilişkisel" olduğunu ifade etmese de, kuramının içerdiği yapısal dönüşüm, klasik özcülüğün sonunu ve ilişkisel bir zaman anlayışının temelini atar.
2.2 Genel Görelilik: Kütleçekim ve Zamanın Eğrilmesi
Einstein’ın 1915 yılında geliştirdiği genel görelilik kuramı, zaman kavrayışında bir başka derin devrim yaratmıştır. Bu kuram, kütleçekimin yalnızca bir kuvvet değil; uzay-zaman dokusunun bizzat eğilmesiyle ortaya çıkan bir geometrik durum olduğunu ileri sürer. Bu yeni anlayışla birlikte zaman, artık yalnızca gözlemcinin hareketine değil; aynı zamanda uzaydaki kütle dağılımına ve enerji yoğunluğuna da bağlı hâle gelir.
Genel görelilik kuramına göre, büyük kütleler uzay-zamanı büker. Bu bükülme sadece uzaysal değil; zamansal bir etkidir. Bu etki, "kütleçekimsel zaman genişlemesi" (gravitational time dilation) olarak bilinir. Örneğin Dünya’nın yüzeyine yakın olan bir saat, yüksek bir irtifadaki saate göre daha yavaş çalışır. GPS uydularının zaman düzeltmeleri, bu kuramın doğrudan teknik uygulamasıdır ve deneysel olarak doğrulanmıştır.
Bu durum, zamanın artık bir arka plan değil; fiziksel ilişkilerin aktif bir bileşeni olduğunu gösterir. Zaman, kütle ile etkileşime giren bir süreçtir. Daha da önemlisi, bu etkileşim karşılıklıdır: kütle zamanı etkiler, zaman da kütlenin davranışını belirler. Böylece zaman, nesnelerin dışında var olan bir şey olmaktan çıkar; nesnelerle birlikte kurulan, dinamik bir yapı hâline gelir.
Genel görelilikte zamanın geometrik yorumu, onun içkin ve ilişkisel doğasını daha açık biçimde ortaya koyar. Zaman, olayların "nerede" gerçekleştiği kadar "neyle" ilişkili olduklarına göre de değişkenlik gösterir. Bu, zamanın yalnızca bir değişim ölçüsü değil; bizzat değişimi mümkün kılan bir etkileşim alanı olduğunu gösterir.
Bu bağlamda genel görelilik, zamanın aşkın bir öz değil; içkin bir fark üretimi olduğunu kavramsallaştırır. Zaman, artık sabit bir gerçeklik değil; olaylar arası farkın bükülmüş yüzeyinde açılan bir olanak düzlemidir. Bu kavrayış, ilişkisellik felsefesine doğrudan kapı aralar: Zaman, özdeğil, ilişkidir.
2.3 Einstein’ın Dolaylı Söylemi
Albert Einstein, zamanın klasik mutlak doğasını yerinden eden iki kuramıyla – özel ve genel görelilik – modern bilimin çehresini değiştirmiştir. Ancak ilginç olan şudur ki, Einstein zamanın "ilişkisel" doğasına dair açık bir felsefi beyan vermemiştir. O, doğrudan ontolojik ya da metafizik tartışmalardan kaçınmayı tercih eden bir fizikçiydi. Ancak kuramlarının içerdiği yapısal dönüşüm, zamanın ilişkisel bir kavram olduğunu açıkça ortaya koyar. Einstein’ın söylemi bu bakımdan “dolaylıdır”: Kuramlar açıkça ilişkisel bir zaman modeli üretmesine rağmen, o bu sonucu felsefi olarak doğrudan dile getirmemiştir.
Einstein, Ernst Mach’ın etkisiyle, mutlak uzay ve zaman anlayışına kuşkuyla yaklaşmaya başlamıştır. Mach’ın önerdiği gibi, fiziksel kavramlar yalnızca gözlemlenebilir olgulara dayanmalıdır. Bu çerçevede zaman da, bağımsız bir öz değil; olaylar arasındaki ilişkilerden çıkarımlanan bir yapı olarak yeniden tanımlanmalıdır. Einstein’ın görelilik kuramı, bu ilkenin fiziksel karşılığını üretir: Zaman, mutlak değil; ancak bir gözlemcinin diğerine göre konumuna, hızına ve kütleçekimsel ortamına bağlı olarak işler.
Bu bağlamda Einstein’ın zaman anlayışı, klasik özcülüğü sarsmakla kalmaz; zamanın ancak bir sistem içindeki farkların ve ilişkilerin ürünü olarak ortaya çıktığını da ima eder. Ancak bu ima, onun söyleminde açıkça felsefi bir pozisyon hâline gelmez. Bu göreli ve bağlamsal yapı, ilişkisel felsefe için çok daha açık bir olanak sunar.
Dolayısıyla Einstein’ın zaman anlayışı, her ne kadar doğrudan “zaman ilişkidir” ifadesiyle dile getirilmese de, kuramsal çerçevesi itibarıyla tam da bunu önermektedir. Onun dolaylı söylemi, fiziksel teorinin içinden doğan felsefi bir çağrıdır: Zaman, sabit bir sahne değil; aktörlerin etkileşimiyle yeniden kurulan bir ilişkidir.
BÖLÜM 3: ZAMANIN İLİŞKİ FELSEFESİYLE YENİDEN KURULUMU
3.1 Zaman = Fark + Etkileşim + Oluş/Gerçekleşme
İlişkisel zaman felsefesinde zaman, üç temel ontolojik bileşenin kesişiminde oluşan bir süreçtir: fark, etkileşim ve oluş/gerçekleşme. Bu üçlü, zamanın sabit, özsel ve aşkın bir yapı değil; ilişkisel bir üretim olduğunu ortaya koyar. Her biri zamanın kendisini var eden koşulları temsil eder ve ancak birlikte düşünüldüklerinde zaman dediğimiz fenomen açıklanabilir hâle gelir.
a) Fark: Zamanın Ontolojik Başlangıcı
Zamanın var olması için öncelikle bir farkın oluşması gerekir. Farksızlık, zamansızlıkla özdeştir. İki durum, iki konum, iki enerji düzeyi ya da iki bilinç hâli arasındaki ayrım olmadan “önce” ve “sonra”dan bahsedilemez. Bu anlamda fark, zamanın ilk koşuludur; fark olmadığı sürece değişim ve dolayısıyla zaman algısı mümkün değildir.
Fark, burada yalnızca fiziksel bir ayrım değil, aynı zamanda bilişsel, varlıksal ve ontolojik bir açıklıktır. Farkın kendisi, bir durumu diğerinden ayıran ve aralarında bir ilişki kurulmasına olanak tanıyan yapıdır. Zaman, farkın bu ayrımı mümkün kılmasıyla açılır.
b) Etkileşim: Farkın İşlenmesi
Tek başına farkın oluşması yeterli değildir. Bu fark, bir etkileşim aracılığıyla işlenmelidir. İki sistem, iki parçacık, iki bilinç ya da iki kavram arasında etkileşim gerçekleştiğinde, farklar görünür hâle gelir, gerilim doğar, yön ve anlam kazanır. Etkileşim, farkın durağan olmaktan çıkıp dinamik bir hâle gelmesini sağlar.
Fizikte etkileşim, enerji aktarımıyla birlikte gerçekleşir. İlişkisel zaman anlayışında ise etkileşim, hem fiziksel (kuvvet, momentum, kütleçekim gibi) hem de bilişsel (dikkat, algı, yorum) düzeyde işler. Bu yüzden zaman, yalnızca mekanik bir süreç değil; çok katmanlı bir ilişkiler ağı içinde oluşan bir etkidir.
c) Oluş/Gerçekleşme: Zamanın Gerçekleşmesi
Farkın etkileşimle işlenmesi, oluşu/gerçekleşmeyi doğurur. Oluş/gerçekleşme, yeni bir yapının, yeni bir anlamın, yeni bir durumun ortaya çıkmasıdır. Oluş/ gerçekleşme yoksa, zaman yalnızca bir potansiyel olarak kalır. Ancak farkın dönüştürülmesiyle gerçeklikte bir değişim meydana geldiğinde, zaman etkin bir şekilde var olur.
Zamanın oluş/ gerçekleşme ile ilişkisi, onun yalnızca ölçülen bir şey değil, bizzat üretici bir süreç olduğunu gösterir. Bu bağlamda zaman, nesnelerin hareketini “ölçen” değil; farkların etkileşim yoluyla yeni oluşlar yarattığı dinamik bir üretim alanıdır.
Sonuç olarak: Zaman, sabit ve aşkın bir varlık değildir. O, farkın üretilmesi, bu farkların etkileşimle işlenmesi ve oluşa dönüşmesiyle ortaya çıkan bir ilişkisel üretimdir. Bu üç bileşen ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlıdır. Fark olmadan etkileşim gerçekleşemez, etkileşim olmadan oluş mümkün değildir ve oluş olmadan zaman görünür hâle gelmez. Dolayısıyla:
Zaman = Fark + Etkileşim + Oluş
3.2 Kütle Varsa Zaman Vardır
İlişkisel zaman felsefesine göre zaman, yalnızca bir ölçüm parametresi değil; varlıklar arası etkileşimden doğan bir olgudur. Bu bağlamda kütle, zamanın varlığını mümkün kılan temel koşullardan biridir. Genel görelilik kuramında ifade edildiği üzere, kütle yalnızca uzayda bir yer kaplamaz; aynı zamanda uzay-zaman dokusunu büker ve zamanın akışını etkiler. Bu durum, zamanın sabit değil; bağlamsal ve ilişkisel olduğunu gösterir.
Kütle varsa, etkileşim vardır. Kütleçekimsel alanlar, uzay-zamanı büker ve bu bükülme zamanın göreceli olarak daha yavaş ya da daha hızlı akmasına neden olur. Bir başka ifadeyle, zaman, kütlenin oluşturduğu fark alanı içinde işlem görür. Eğer hiçbir kütle olmasaydı –yani evrende hiçbir enerji, momentum, parçacık ya da alan bulunmasaydı–, bu durumda etkileşim de olmayacağından, zamanın akışı da anlamını yitirirdi. Çünkü zaman, yalnızca fark ve etkileşim olduğunda mümkündür.
Bu bağlamda "Kütle varsa zaman vardır" ifadesi, aslında daha derin bir ontolojik gerçeğe işaret eder: Zaman, kütle ile meydana gelen etkileşimlerin bir sonucudur. Zaman, evrenin aktif ilişkiler ağı içinde ortaya çıkan bir etkidir; bir kütlenin varlığı, bu ilişki ağının düğüm noktasıdır. Dolayısıyla kütle, zamanın yalnızca tetikleyicisi değil; aynı zamanda taşıyıcısıdır.
Sonuç olarak, zamanın varlığı kütleye içkindir. Kütle çekimi, zamanın eğilmesini sağlar; bu eğilme ise fark yaratır. Fark etkileşimle işlenir, bu etkileşim oluşa dönüşür ve böylece zaman dediğimiz süreç ortaya çıkar. Bu nedenle:
Kütle yoksa etkileşim yoktur, etkileşim yoksa zaman yoktur.
3.3 Zaman: Farkın Ontolojik Titreşimi
İlişkisel felsefede zaman, yalnızca bir akış ya da ölçüm değil; farkların ontolojik titreşimi olarak kavranır. Her fark, bir gerilim alanı yaratır; bu gerilim ise bir titreşim üretir. Bu bağlamda zaman, farkların yarattığı titreşimsel alanların sürekliliği ve rezonansı olarak anlaşılır. Bu titreşimler, yalnızca fiziksel dalgalar değil; varlığın tüm katmanlarında –enerjetik, bilişsel, ilişkisel ve etik düzeyde– ortaya çıkan oluşsal salınımlardır.
Fark, mutlak bir ayrım değil; iki oluş hâli arasında doğan bir açıklıktır. Bu açıklık, sabit değil; dinamik bir salınım üretir. Tıpkı kuantum alan teorilerinde boşluğun bile sıfır nokta enerjisiyle titreşim hâlinde olması gibi, ontolojik düzeyde de her fark, bir titreşim yaratır. Bu titreşim, ilişkilerin sürmesiyle ritmik bir düzen kazanır ve bu düzen zaman olarak görünür hâle gelir.
Bu nedenle zaman, ardışık anların toplamı değil; bu anlar arasındaki farkların titreşimsel sürekliliğidir. Zaman, bir 'anlar zinciri' değil; bir 'farklar ağı' üzerinde titreşen bir rezonanstır. Bu rezonans, hem ontolojik (varlığın oluş hâli), hem epistemolojik (bilginin ortaya çıkışı), hem de etik (seçim ve sorumluluk) boyutlarıyla işler.
Sonuç olarak:
Zaman, farkın ritmik sürekliliğiyle oluşan ontolojik titreşimdir. Ne sabit bir çizgi ne de mutlak bir akıştır; o, varlıkların etkileşiminden doğan çok katmanlı bir salınımdır.
BÖLÜM 4: ZAMANIN GERÇEKLEŞME FELSEFESİYLE DERİNLEŞMESİ
4.1 Termodinamik Etki: Bilgi Enerji Harcar
Zamanın gerçekleşme felsefesi içinde değerlendirilmesi, onun yalnızca bir ölçüm değil; gerçekleşmeyi mümkün kılan bir etki olduğunu gösterir. Bu bağlamda, bilgiyle zaman arasındaki ilişki kritik bir rol oynar. Landauer ilkesi’ne göre, her bilgi edinimi belirli bir miktarda enerji harcar ve bu işlem geri döndürülemez bir termodinamik iz bırakır. Bu durum, bilgi ediniminin yalnızca nötr bir temsil değil, aynı zamanda fiziksel bir etki olduğunu ortaya koyar. Yani bilgi üretimi, evrenin enerjetik yapısında bir değişim yaratır.
İlişkisel zaman felsefesi açısından bu çok daha derin bir anlama sahiptir: Her fark üretimi, bir enerji harcamasıdır; ve bu enerji, yalnızca fiziksel değil, ontolojik bir dönüşüm yaratır. Bir sistemin mevcut durumundan farklılaşması, yani bilgi kazanması, yalnızca bilişsel bir faaliyet değil; aynı zamanda zamanın üretimidir. Çünkü zaman, farkla açılır, etkileşimle şekillenir ve bilgiyle kurulur.
Bu nedenle zaman, bilgiyle birlikte işler. Her bilgi, bir fark yaratır; her fark, bir etkileşim alanı açar; her etkileşim ise bir gerçekleşme doğurur. Bu gerçekleşme ise zamanın ta kendisidir. Bu döngü, zamanın enerjik, dönüşümsel ve üretici karakterini açığa çıkarır.
Sonuç olarak:
Bilgi edinmek zaman üretmektir. Zaman, bilgiyle birlikte harcanan enerjinin ve bırakılan izlerin oluşturduğu fark alanıdır.
4.2 Gerçekleşme Değeri: Potansiyel Gerçekleşme Alanı
Zamanın gerçekleşme felsefesi bağlamında ikinci temel bileşeni, " gerçekleşme değeri"dir. Bu, zamanın yalnızca geçmişten geleceğe doğru akan bir çizgi değil, aynı zamanda yeni gerçekleşmeleri mümkün kılan potansiyel alanlar yaratması anlamına gelir. Her an, yalnızca bir sonuç değil; aynı zamanda bir başlangıç, bir imkân ve bir farklılaşma potansiyelidir. Zaman, geçmişin zorunluluğu ile geleceğin belirsizliği arasında gerilen dinamik bir potansiyel düzlemdir.
Bu potansiyel düzlem, yalnızca fiziksel değil; bilişsel, etik ve varlıksal olarak da işler. Her an, sonsuz sayıda mümkün farkın içinden birini seçme zorunluluğunu doğurur. Bu seçim, bir fark üretir ve fark ise yeni bir gerçekleşmeyi tetikler. İşte bu nedenle her an, bir potansiyel gerçekleşme alanıdır. Zaman, salt kronolojik bir ilerleme değil; bu fark alanları içinde gerçekleşmenin yeniden ve yeniden başlamasıdır.
Zamanın bu yönü, onu yalnızca 'geçmişin sonucu' olmaktan çıkarır; onu aynı zamanda 'geleceğin üreticisi' yapar. Her fark alanı, kendi içinde bir potansiyeller ağı barındırır ve bu ağ üzerinden gelecek gerçekleşmelerin yönü belirlenir. Böylece zaman, gerçekleşmenin sadece tanığı değil; onun yaratıcı koşuludur.
Sonuç olarak:
Zaman, geçmişin deterministik izdüşümü değil; gerçekleşmenin potansiyel düzlemidir. Her an, yeni bir farkın doğabileceği ve yeni bir gerçekleşmenin başlayabileceği potansiyel bir alan olarak işler.
4.3 Dönüştürücü Güç: Etik Sorumluluk
Zaman yalnızca fiziksel bir olgu ya da bilişsel bir deneyim değil; aynı zamanda derin bir etik sorumluluğun alanıdır. İlişkisel gerçekleşme felsefesi bağlamında her fark üretimi, aynı zamanda bir dışlama ve seçme anlamına gelir. Çünkü bir şeyi seçmek, diğerini seçmemek demektir. Dolayısıyla zamanın işleyişi, hangi farkların görünür kılındığı ve hangilerinin bastırıldığına dair etik bir tercihler zinciridir.
Bu seçim, yalnızca insan bilinçli bir özne olduğunda değil; tüm sistemlerde geçerlidir. Bir organizmanın çevresel bir uyaranı algılaması, bir hücrenin belirli bir sinyale yanıt vermesi ya da bir nötronun belirli bir kuantum durumuna geçmesi bile fark üretimi ve dışlama içerir. Ama burada insan öz farkında bir varlık olmasından dolayı, etik sorumluluk altına girer.
Etik sorumluluk, burada yalnızca 'doğru'yu seçmek değil; fark yaratma ediminin arkasında yatan etkilerin ve sonuçların farkında olmak anlamına gelir. Çünkü her fark, bir dönüşüm başlatır; her dönüşüm yeni bir düzen ve yeni bir varlık durumu oluşturur. Bu durum, zamanın kendisini etik bir zemin olarak kavramayı gerektirir.
Zamanın etik yapısı, onun yalnızca 'geçen' değil; 'seçen' bir süreç olduğunu gösterir. Seçim, fark yaratır; fark, etkileşimi başlatır; etkileşim ise oluşu mümkün kılar. Bu zincir, zamanın aynı anda hem ontolojik hem de etik olduğunu gösterir.
Sonuç olarak:
Zaman, yalnızca farkın ve oluşun değil; aynı zamanda etik sorumluluğun alanıdır. Her an, bir seçimin etkisiyle şekillenir ve bu seçim, geleceğin yapısını belirler.
SONUÇ
Bu yazıda ortaya konan temel argüman, zamanın klasik metafizik gelenekteki mutlak ve özsel tanımının, hem modern fiziğin gelişimi hem de felsefi ilişkisel düşüncenin derinleşmesiyle ciddi biçimde dönüşüme uğradığıdır. Newtoncu zaman anlayışı, özdeş, evrensel ve değişmez bir varlık olarak zamanı sabitlemişti. Ancak Einstein'ın görelilik kuramları, bu özselliği kırarak zamanı bağlam ve gözlemci ile ilişkili hâle getirdi.
Bu fiziksel devrim, yalnızca bilimsel değil; aynı zamanda felsefi bir açılıma da kapı aralamıştır. Zamanın yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ontolojik, epistemolojik bir süreç olarak düşünülmesi gerekliliği, "ilişkisel zaman ontolojisi" anlayışını doğurur. Bu anlayışa göre zaman, farkların üretimi, etkileşimlerin gerçekleşmesi ve bu etkileşimlerin sorumluluk doğuran sonuçlarıyla birlikte var olur.
İlişkisel zaman, bir varlık olarak değil; bir süreç ve bir gerçekleşme alanıdır. Bu süreçte zaman:
- Fark üretir (ontolojik düzey),
- Etkileşimi sağlar (epistemolojik düzey),
- Seçim ve dışlama üzerinden sorumluluk yaratır (etik düzey).
Dolayısıyla zaman, yalnızca ölçülen bir nicelik değil; yapılan, seçilen, sorumlulukla yönlendirilen bir niteliktir. Bu bağlamda zaman, hem varlıkla hem bilgiyle hem de etik kararla birlikte işler.
Sonuç olarak: Zaman artık yalnızca ne kadar geçtiğini değil, neyin geçtiğini, neyin dışarıda bırakıldığını ve hangi oluşlara alan açıldığını soran bir felsefi sorun hâline gelmiştir. Bu nedenle zaman, hem bilimsel hem de felsefi olarak, ilişkisel bir varoluş biçimi olarak yeniden düşünülmelidir.